Orkun Olgar…
Nam-ı öteki ‘Macerasever’.
• Yüzmeyi, yürümeyle eş zamanda öğrendiğini söylemek yanlış olmaz.
• 10 yaşlarında tenise başladı.
• 16 yaşına ulaştığında birçok turnuvaya katılma başarısı gösteren ulusal tenisçi olarak dikkatleri üstüne çekti.
• Kazanılmış olduğu tenis bursuyla ABD’de tahsil gördü.
• 1997’de Üniversiteden mezun olup Türkiye’ye döndükten sonrasında 15 yaşından itibaren yarı zamanlı olarak çalmış olduğu aile şirketi Olgar Firmalar Grubu’nda tam zamanlı olarak vazife halletmeye başladı.
Kendini spora, Türkiye’nin organik güzelliklerini gözler önüne sermeye adayan Orkun Olgar, misyonunu üç ana başlık altında topladı. Olgar, ‘Karanlık Madde’ ile girmiş olduğu beyaz perdede değişik filmler üretmeyi de kendine misyon edindi.
Orkun Olgar, türü sebebiyle Türkiye’de bir ilk olan yapımcılığını üstlendiği oyuncu olarak kamera karşısına da geçmiş olduğu ‘Karanlık Madde’yi konuk olduğu Habertürk HT Stüdyo’da söyledi.
‘Karanlık Madde’ ile beyazperdeye adım attınız. Aslına bakarsak pandemiden ilkin bir aksiyon filmi için sete çıkmıştınız. O filmi iptal mi ettiniz?
İptal etmedik, “park ettik” diyelim. Bu sebeple pandemide öyleki bir filmi çekmemiz oldukca zordu. Devlet kurumlarının ve TSK’nın da içinde olduğu bir projeydi. Anlayacağınız gibi güvenlik ve sıhhat sebebiyle devlet kurumlarını ve TSK’yı pandemide bu şekilde bir işin içine sokmak mümkün değildi. O sırada tamamen doğada geçen, içinde kuantum fiziği öğelerinin, sanrıların ve birazcık da senaryo matematiğinin, zihin oyunlarının barındığı ‘Karanlık Madde’ projemiz vardı. Ikimiz de “bu fırsatı değerlendirelim” dedik. Bu sebeple tamamen izole, kimsenin olmadığı mekânlarda çekeceğimiz bir filmdi. “Tam fırsatı” dedik ve ‘Karanlık Madde’yi tam da pandeminin zirve olduğu 2020 senesinde çektik.
Siz birçok belgesel filme imza attınız. Beyazperde filmi çekme fikri iyi mi oluştu?
Aslına bakarsak benim belgeselcilikten önceki hayalim beyazperde filmi çekmekti. Beni o yıllardan tanıyanlar; annem, babam, kardeşim ve yakın dostlarım, hepsi bilirler. Cümlelerim hep şöyleydi; “İlerde öyleki bir film çekeceğiz ki… O film asla yapılmamış, kategorisinin ilki olacak.” İzleyicilerimiz, işte bu anlamda ‘Karanlık Madde’de karakterleri ve senaryoyu ilk kez görecek. Bunu daha 19 yaşlarında söylüyordum. Bundan neredeyse 30 yıl ilkin söylüyordum. Hakikaten öyleki de oldu.
Siz ulusal tenisçiydiniz ve kayakla uğraştınız, ABD’de tahsil gördünüz sonrasında iş insanlığına yöneldiniz. Çocukluk hayalinizi günümüzde gerçekleştirmiş olmanın yarattığı duygular nedir?
Müthiş… Şu anda sizinle konuşurken bile oldukca heyecanlıyım. Hepimiz hayal kurar, aslen otururken bile bir sürü hayal kurarsınız. Bazı hayallere ulaşmak için birçok etmenin bir araya gelmesi gerekir. En başta sıhhat, enerji, süre ve lüzumlu seviyede maddiyat bir araya gelmeden o düşsel gerçekleştirme yolculuğuna bile başlayamazsınız. Benim hep birkaç tanesi vardı fakat hep birkaç tanesi de eksikti. Mesela zamanım yoktu, operasyon olarak oldukca fazla iş yaşamının içerisindeydim. Ne süre ki artık birazcık ilkin saydığım her şeyi bir araya getirdiğimi hissettim o süre direkt düğmeye bastım. Anlayacağınız gibi “bir beyazperde filmi çekelim” dediğiniz süre dışarıdan gözüktüğü şeklinde olmuyor. İçerisinde ciddi bir operasyon var. Ben beyazperdeye olan ilgimden dolayı tahmin ediyordum. Bu sebeple belgeselcilik de gözüktüğü şeklinde değildir. Kimi zaman “Dağın o yamacından ben de yürürüm” diyenler oluyor, doğal ki yürürsünüz. Aslına bakarsanız mevzu o değil. Mevzu; onu orada, o ortamda, o rüzgârda, o kar yağışında çekebilmektir.
Bir de bekleme süresi vardır değil mi?
Doğal… Beyaz perdenin içine girenler biliyor; bunun yüzde 90’ı beklemektir. Rejisi de bekliyor, yönetmen de bekliyor, oyuncu da bekliyor. Doğru an, doğru ışıkta her insanın bir sırası var. İş akışı mevzusunda hakikaten zorlanmadık. Bu sebeple yaşantımız iş insanı olarak hep bir iş akışı yönetmekle geçti. O zamanlama, bütçe, planlama dolayısıyla sinemayı yaparken bizlere bunlar oldukca yararlı oldu. Bir taraftan da vizyon anlamında iyi bir gözüm bulunduğunu düşünüyorum. Ekip arkadaşlarımın da öyleki bulunduğunu düşünüyorum. Aslına bakarsanız yönetmenimiz İman Tahsin dâhil olmak suretiyle aynı kafada olduğumuz için bir araya geldik. O yüzden benzer vizyonda, benzer pencereden bakarak, işi de doğru sevk yönetim yaparak istediğimiz zamanda istediğimiz insanla istediğimiz planlamayla bir film çektik. Doğal ki seyircilerimiz karar verecek fakat istediğimiz filmi de yaptık.
Belgesel film çekmenin kazandırdığı refleksi beyazperde filmimizde de yeterince kullanmışsınızdır değil mi?
Oldukca kullandık. Türk sinemasında ilk olarak bir filmin yüzde 100’ü kanyon, mağara, dağ, taş, tepede geçiyor. Bir serüven filmi, dolayısıyla maceraseverden edindiğimiz tecrübeleri aktarıyoruz. Lokasyonları tamamen ben belirledim. Bu sebeple şu an Türkiye’nin bilinmeyen, insanların egemen olmadığı organik lokasyonlarına oldukca hâkimim.
‘Karanlık Madde’yi Aladağlar’da çektiniz. O bölgeyi niçin seçtiniz?
Niğde Aladağlar’da Çukurbağ köyünde çekildi. Orada 35 gün kaldık, tek bir restoran ya da bir otel falan yoktu, bir köyde kaldık. Oldukca keyifliydi, ekibimiz oldukca güzeldi. Şu ana kadar filmi tehlikeli sonuç anlamda herhalde 100 şahıs izlemiştir, bunlar sektörden olan insanoğlu. Her insanın verdiği ilk tepki; “Burası neresi?” oldu. Bu sebeple hakikaten baktığınız süre “görüntü ve renk olarak burası Türkiye değil” diyorsunuz. Oldukca yırtıcı bir görüntü var. Biz buraları belgeselcilik tarafımızdan biliyoruz, beyazperde filmimizde kullandık ve oldukca yararlı oldu.
Çekimlerini ertelediğiniz filmin hikâyesi nedir?
O aslen eski SAT komandosu iki insanın geçmişteki, bayraksız, ülke adına yaptıkları bir operasyonla görevdeyken süregelen ve sonrasında başlarına gelen korkulu bir vakayla öç hikâyesine dönüşen bir film. O da gene kendi içinde birçok ilki barındırıyor, onu tamamen çektiğimiz süre göreceğiz. Film, kendi içinde aksiyon adına oldukca fazla ilk barındırıyor. O şu anda ‘Karanlık Madde’yi bekliyor.
Çekime başlama tarihiniz belli mi?
Doğru planlamayı yaparsak 2022 bitmeden başlamayı düşünüyoruz.
Siz asker bir aileden geliyorsunuz; annenizin babası Çanakkale Savaşı’nda, babanızın babası Kore Savaşı’nda gazi oldu.
Babam da Kıbrıs’ta gazi oldu. Hepsinin gazi madalyaları var çok da fazla gurur duyuyoruz, bir bizim yok.
Siz askerliğe yönelmek istemediniz mi?
Anneyle babaya bağlı. Anne – baba sizi iyi mi yönlendirirse, neyin içinde büyürseniz öyleki oluyor. Babam spor delisi bir adam. Biz oldukca küçüktük, ben 10 yaşlarında bile değildim. Bir tane Murat 131 vardı. Onun üzerine sörf tahtasını koyar, babamla beraber sörf meydana getirecek yer arardık. 1980’lerden bahsediyorum. O gün için oldukca uç ve aykırı bir vaka. Bugün bile şuradan üstünde sörf tahtası olan bir otomobil geçse dönerek bakarız. Düşünün o süre sörf tahtası bile yok, harp gemisine koyup getiriyor. Bu şekilde bir adam kısaca. Ben ne süre yüzdüğümü hatırlamıyorum, kendimi bilmezken yüzdürülmüşüm, kendimizi bilmezken sırt çantasını omzumuza koyup ağzımızda emzikle kayak yaptırmış. O yüzden biz öyleki büyüyünce ister istemez hayatımızda hep spor oldu. Tersini düşünemedik bile.
ABD’de üniversiteden tenis bursu aldınız, orada tahsil gördünüz, tenise niçin devam etmediniz? Bir sakatlık mı geçirdiniz?
Evet, tenis de beyazperde şeklinde dışarıdan gözüktüğü şeklinde değil. Beyazperde da dışarıdan kolay gözükür, emin olun ben bile bir ara öyleki düşünüyordum. Örnek olarak Burak Özçivit… İyi dostum diye onu örnek veriyorum. Bakıyorsun Burak’a çıkıyor, orada iki kılıç sallıyor, para kazanıyor fakat öyleki değil. Onun arkasında muhteşem bir emek var. Hatta Burak Özçivit ile Engin Altan’a, “Siz ağır işçisiniz” diyorum. Haftada 6 gün, sabahtan akşama kadar yoğun mesai meydana getiren insanoğlu fakat dışarıdan bu bu şekilde gözükmüyor. Tenis de birazcık öyleki, dışarıdan daha lay lay lom gözüküyor fakat oldukca sert bir spordur. Ben 10 yaşımdan 24 yaşıma kadar tenis oynadım, bakın şu kolumda ve bacaklarımda sakat olmayan yerim kalmamıştı. Neredeyse son 100 oyunuma ağrı kesiciler ve soğutucu spreylerle çıktım. Bıraktığımda da son maçımdan sonrasında “Bana daha tenis oynatamazlar” dedim. Bu sebeple tenis benim için eşittir acıya dönüşmüştü. O yüzden de seneler sonrasında bir ara tekrardan tenis oynamaya başladım ve gene sakatlıklarım ve acılarım başlayınca “Bu artık benim geçmişimin bir parçası” dedim ve raketi bir kenara koydum, odamda duvarda duruyor.
Eski ulusal tenisçi olmanız vesilesiyle size sormak isterim; devletimizde internasyonal platformlarda maç oynayan tenisçilerimiz var fakat aşama yükselmesi görülmüyor. Sizce bunun sebebi nedir?
Bu aslen oldukca derin bir münakaşa mevzusu ve bana da oldukca soruluyor. Bunu aslen tenise, kayağa ve daha birçok ferdi spor dalına uyarlayabiliriz. Bu tamamen o ülkenin bu işe ayırdığı paradan öte o ülkenin bu işle ilgili mentalitesine bağlı. “Siz tenisçi bir ülke misiniz?” Sual bu. Bizim voleyboldaki ve basketboldaki başarılarımıza bakın. Burada bir inanç oluştu, bununla ilgili emek var. Kulüpler buna hem para harcıyor hem de imkânlar sağlıyor. Aileler de buna inandı. Dolayısıyla bu bir tüm ve orada o başarı geliyor. Tenis ve ferdi sporlarda hâlâ bu yok. Ben ABD’yi hem lise hem üniversitede yaşadığım için ve Türkiye’yi de bildiğim için ikisini kıyaslayabiliyorum. ABD, teniste ve birçok spor branşında en başarı göstermiş ülkelerden biri. Orada ortaokullardan, sonrasında liselerden, sonrasında da üniversitelerden makine şeklinde oyuncular yetişir. Buz hokeycisi yetişir aynı sistem içinden, ortaokul takımında oynar, sonrasında lise takımına geçer fakat müthiş bir ciddiyetle. Lise takımları maç yapıyor fakat 8 bin seyirciyle. Öyleki bir ciddiyet… Bölgenin eyalet kanalı maçı canlı yayınlar. Lise maçından bahsediyorum… Oranın en iyileri, en iyi üniversitelere giriyor. UCLA’yı bilirsiniz, ESPN maçlarını canlı yayınlıyor. Ben buna sporcu fabrikası diyorum, şu şekilde düşünün; filtrelere aşağıdan yüz bin sporcu giriyor en sonda elli tane seçkin atlet çıkıyor. En tepede Michael Jordan çıkıyor, Andre Agassi çıkıyor. Türkiye’de bu şekilde bir sistem yok, Türkiye’de teniste toplasanız 30 tane bir ihtimal federe kulüp var, bunlarda da veliler ceplerinden para vererek çocuklarını oynatmaya çalışıyorlar. Çevremde devamlı görüyorum, gençlere lise çağına geldiği süre üniversite imtihanına hazırlık için “Aman kızım – oğlum sen enerjini buraya ayır” diyorlar. Geriye aslına bakarsanız bu işe adanmış yüz tane oyuncu kalıyor. Şimdi adam yüz bin mermi atmış, siz yüz mermi atmışsınız. Hanginizin şansı daha çok? Adam yüz binin içinden dört kişiyi hedefliyor, siz yüz kişide dört kişiyi hedefliyorsunuz. Adam yüz bin bilet almış, siz yüz bilet almışsınız, insanın şansı bin katı fazla, bu kadar rahat.
İnşallah bigün ikimiz de tenis ülkesi oluruz.
İnşallah, hakikatı söylemek gerekirse oldukca isterim.
Sizin kuantum fiziğiyle ilgili merakınızın deposu nedir?
Kuantum fiziği ile ilgili benim merakım aslen filmimizde de kullandığımız bir kitapla başladı. Hem de benim başucu kitabımdır, ‘Holografik Evren’ kitabı… Michael Talbot’un 1991’de yazdığı ve bana bakılırsa Wachowski kardeşlerin ‘Matrix’ filmini yaparken esinlendiği bir kitap. Bu benim yorumum, hiçbir yerde yazmaz. Bu sebeple Michael Talbot 1991’de yazdığı ‘Holografik Evren’ kitabında aslen ‘Matrix’ filmimizde o ‘software’i konu alıyor. Bir hayalin, bir hologramın içinde yaşıyoruz ve gördüğümüz her şey kodlar diyor ve orada bunun ucunu da kuantum fiziğine dayandırıyor ve bunu da size aslen kitapta kuantum fiziğini kullanarak bilimsel gerçeklerle ispatlıyor. Benim ilgim bu kitapla başladı. Ağır bir kitap, bazı sayfaları beş kere okuyordum, orada sicim teorisi şeklinde konulardan bahsediliyor. Sicim teorisini anlayabilmem için sicim teorisini hakkaten öğrenmem gerekti. Holografik evren aslen benim kuantum fiziğine olan ilgimi başlattı. Paralel evrenler, alternatif gerçekler, karanlık madde, evrenin iyi mi oluştuğu… Tüm bunların yanıtını Newton fiziğiyle bulmamız mümkün. Madde altında büyüteçle bir yere mikroskopla baktığınız andaki tüm kanunlar da kuantum fiziği. Aslına bakarsak Newton fiziğinden oldukca o benim daha oldukca ilgimi çekti. O kitapla başladı ve ‘Karanlık Madde’ filmiyle de aslen hepsi bir araya gelmiş oldu.
Bazen belgeselleri izliyorum karanlık maddeyle ilgili bilgiler veriliyor, karanlık madde var mı? Bilim adamları hâlâ bir karara varmış değiller.
Bir kuantum fizikçisi değilim, yalnız ilgisi olan bayağı bir vatandaşım. Yanlış anlaşılmasın, profesörlerden, uzmanlardan, bilim adamlarından okuduklarımdan, dinlediklerimden ve NASA’nın resmi verisine bakılırsa karanlık madde evrenin yüzde 24’ünü oluşturuyor. Bildiğimiz evrenin yalnız yüzde 4’ü madde. Gezegenler, meteorlar, yıldızlar… Bunlar yalnız yüzde 4’ü. Karanlık madde ise yüzde 24’ünü oluşturuyor. Ve filmimiz “Karanlık maddenin tanımı ve kaynak NASA” diye başlıyor. Ve NASA’nın “Bilim adamları evrende açıklayamadığımız birçok olayın sebebinin karanlık madde bulunduğunu düşünüyor” diye bir cümlesi var. Bu şekilde de ucu açık bir şey bırakıyorlar, ikimiz de filmimize onunla başlıyoruz.
‘Karanlık Madde’ filmi için İman Tahsin’den size teklif geldi değil mi?
İman Hoca çekemediğimiz aksiyon filmimizde bizim görüntü yönetmenimizdi. O filmi park edince tam da pandemi başladı, sokağa çıkma yasakları oldukca sertti, o dönemde boğaz köprüsünde bir şahıs bile yoktu. İman Hoca, “Ben size bir senaryo yollayacağım, bunu bir okuyun” dedi. Oradan çıktı ortaya, ilk başta aslen ben oldukca sıcak bakmadım. Bu sebeple aksiyon filmimize oldukca odaklıydım fakat baktım bu iş sürecek onun üstüne ‘Karanlık Madde’ üstünde münakaşaya başlayınca bir baktık ki tam kuantum fiziği, paralel evrenler, sanrılar, bulmaca şeklinde, birazcık insanoğlunun zihniyle oynayan bir senaryo ve yüzde 100’ü doğada geçiyor. Doğal doğada nerede olduğu belli değil, lokasyonları biz belirledik, replikleri biz yazdık, tüm diyalogları biz yazdık dolayısıyla ben yalnız yapımcı değildim. İnsanlar kimi zaman “Yapımcı, parayı vermiş filmi yaptırmış.” olarak algılayabiliyorlar fakat öyleki değil.
Anladığım kadarıyla siz parayı veren adamdan sette eşya taşıyan adama kadar filmimizde birçok vazife yaptınız…
Ben omzumda kamera da taşıdım. Senaryonun üstündeki diyalogları da İman Hoca ile beraber yazdık. Ahmet Pınar, o da yapımcı ortağımız, oyuncu arkadaşımız. Biz ekip olarak filmin her yerinde vardık. Kamera önünde de vardık, kamera arkasında da… Bu hakikaten bir ekip işi oldu, öyleki yola çıktık ve öyleki bitirdik.
İzleyicinin filmden hangi izlenimlerle ayrılmasını umuyorsunuz?
Güvenilir olduğum şeyi söyleyeyim, sonrasında da güvenli olmadığımı söylerim. Bir kere seyircilerimiz oldukca değişik bir film izleyecek, bundan yüzde 100 inanırım, bu oldukca net. Bu sebeple filmin çekiminden, görüntü yönetmenliğinden, senaryosundan, kurgu masasına kadar ve bilhassa ses mühendisliği oldukca olağan dışı, oldukca değişik, çerçevenin oldukca haricinde. Bundan inanırım. ‘Karanlık Madde’ye giden biri oldukca değişik bir film izleyecek, oldukca değişik bir senaryo matematiğiyle filmden oldukca değişik algılarla çıkacak. Kısaca sizin algılarınızla benim algılarım ve şu anda bizi görüntüleyen kameraman arkadaşımızın algıları oldukca değişik olacak. Üçümüz beraber izlersek üçümüze sorulduğunda da değişik şeyler anlatacağız. Bu sebeple senaryo matematiği buna bakılırsa kuruldu, değişik şeyler sanmamız, değişik sorular sormanız için kuruldu. Yanımızdakini dürtüp “Bir dakika ya ne oldu şimdi?” dememiz üstüne kuruldu. Fakat şunu bilmiyorum, beğenip beğenmeme ayrı bir mevzu. Bu sebeple o oldukca kişisel ve değişken bir şey fakat söylediğim şeklinde değişik bir şey yaptığımız yüzde 100 ve şu ana kadar izleyenlerden aldığımız yorumlar da oldukca oldukca pozitif yönde. Filmin konusunu Türkçeye gerilim olarak çeviriyorlar fakat aslen bu bir gerilim filmi değil. Gerilim birazcık daha korku fakat bu coşku veren bir serüven filmi. Sizi yükseltiyor fakat bakın burada şeytan yok, peri yok, ruhlar yok, katil yok, sizi biri elinde bıçakla kovalamıyor, öcüler çıkmıyor, bunların hiçbirisi yok. Siz film süresince sürekli yükseliyorsunuz, filmin bu şekilde giden bir grafiği var fakat bu saydıklarımın hiçbirisi yok.
Bu anlattıklarınız filmin fragmanında da net bir halde anlaşılıyor…
Fragmanımız aslen filmin hakikaten bir yansıması. Ben hep bunu sormuş oldum. Her insana ilkin fragmanı seyrettirdim. Fragman bir beklenti yaratır ya, yönetmenler, sinemacılar izledi. Sonrasında hep şunu sormuş oldum; “Fragmandan beklenti oluştu kafanızda, peki film neydi?” Hepsi “Fragmanın yarattığı beklentiden daha iyiydi” dedi. Bu benim için oldukca kıymetli.
Bazı filmler vardır, çıktığınızda konuşamazsınız, zihniniz devamlı filmle kurcalanıyordur. Anladığım kadarıyla ‘Karanlık Madde’, öyleki bir film.
Evet, bulmacalı bir film. Entelektüel olarak birazcık iddialı bir film. Film ‘Can’ karakterimizin bakış açısından anlatılıyor, bunlar 10 kişilik bir grup, Aladağlara kampa gidiyorlar fakat orada aslen tüm vakaları filmin en başından itibaren ‘Can’ karakterinin bakış açısından yaşıyoruz. Fragmanın sonunda gözünü açan bir dost var, onun bakış açısından yaşıyoruz ve aslen izleyici devamlı şunu sorguluyor; ‘Can’ her gözünü açtığında “Bunlar yalnız onun yaşadıkları mıydı yoksa bunlar hakkaten yaşandı mı? Öteki gördüğümüz hepimiz bu işin içinde mi değil mi? Yoksa bunlar paralel gerçeklikler mi?” şeklinde sürekli sual işaretleriyle gidiyorsunuz.
‘Karanlık Madde’nin çekimlerini oldukca evvelinde tamamladınız. 3 Haziran’ı beklemenizin hususi bir sebebi var mı?
Var. Bir kere kurgu masamız oldukca uzun sürdü, biz bu filmi 11 kez değiştirdik. Film 101 dakikayla başladı 90 dakikaya indirdik. Bazı sahneleri çektiğimiz halde tamamen attık, bunlar doğal karar süreçleri, aniden olmuyor. Bir de doğal pandeminin etkilerinin geçmesini bekledik. Öteki taraftan beyaz perdede 200’e yakın salonda gireceğiz, bu bir ilk film için, yapımcının, yönetmenin ilk filmi ve oyuncu ekibinin ilk uzun metraj filmi, bu şekilde baktığınız süre bu şekilde bir filmin 200 salonda girmesi oldukca iddialı. Türkiye’de örneği oldukca azdır. Doğal bunun arkasında dağıtım şirketi Mars ekibinin oldukca inanması var.
Dağıtımcı şirket bir şeyler görmüş ki o denli salonda gösterime çıkaracak…
Hakikaten öyleki, yoksa kimse kaşınıza gözünüze bu şekilde bir şeye girmez. Dağıtımcı dâhil filmi gören her insanın söyledikleri şu; “Bu filmi bir insanoğlunun beğenmemesi kesinlikle mümkün değil, seyirciler kesinlikle beğenerek çıkacak ve arkadaşlarına anlatacak fakat mühim olan en baştan girmelerini sağlamamız.” Bu sebeple biliyorsunuz ki Türk filmleriyle ilgili oldukca büyük bir ön yargı var, ben onu görüyorum. Bu kategori asla yapılmadığı için de ek olarak bir ön yargı var. Türkiye’de ne var? Dram var, güldürü var, birazcık tarih var, korku var. ‘Karanlık Madde’ ise hiçbiri değil, bu yepyeni bir kategori. Birçok beyazperde uzmanından duyduklarım; Hollywood’da bile halletmeye zorlandıkları bir film türü bu. Bu sebeple “oldukca iddialı” diyorlar. Senaryonun içinde hem kuantum fiziği hem de zihin oyunları olacak hem de yüzde 100’ü doğada çekildi. Birçok şahıs bana “Orada bile oldukca cesaret edemezler bu şekilde bir şeye, büyük bütçeli işlerle girerler, siz iyi cesaret etmişsiniz ve başarmışsınız” dedi. O yüzden umuyorum seyircilerimiz burada bir ön yargıya kapılmadan gelip filmi izleyerek bizlere bir talih verir. Bu sebeple baştan bakıp “Türkler bu işi yapması imkansız.” demek oldukca kullanılan bir kalıp.
Oldukça de her şeyi yapıyoruz aslen…
Ben buna oldukca inanıyorum, görüyorsunuz; İHA’larımız, SİHA’larımız ve birçok mevzuda başarılarımız var. Bizim bir sürü şeyi yapabileceğimize de oldukca inanıyorum fakat etrafımda “Biz bunu yapamayız” cümlesini de oldukca duyuyorum.
“Biz yapamayız onlar yapar” düşüncesini eskiden beri ne yazık ki bizlere aşılamışlar fakat biz her şeyi yapabiliriz.
Aynen öyleki. Ben oldukca inanıyorum fakat bu sözü oldukca duyuyorum. Ne yazık ki entelektüel kesimde daha çok var. “Biz yapamayız, bizlerden olmaz” diyorlar. Örnek olarak tasarım, sırf giyim tasarımında o denli başarı göstermiş modacılarımız o denli başarı göstermiş tasarımcılarımız var ki ilkin bu insanlara Türk halkının inanması lazım fakat en başta kendi halkımız peşinden gitmiyor. Dolayısıyla bu film bariyerleri kırmak için de bir vesile olur diye umuyorum. Ümit ederim “Türk sinemasında bu da yapılabiliyormuş” derler.
Türk filmlerine karşı eskiden olan ön yargılar kalmadı artık. Türk filmleri yabancı filmlerden daha oldukca izleniyor. Tek eksiğimiz yurt haricinde yeterince gösterilmemeleri…
Evet, bir de kategori olarak yeni bir şeyi yapmak hep zor olsa gerek ya bu ilk olduğundan bu ön yargıların olacağını düşünüyorum. İki senedir çevremde bu filmin sohbetini yapıyorum ve insanlardaki o ön yargıyı algılayabiliyorum, onu hissediyorum. Fragmanı izledikleri gün aniden suratlarındaki ifadeyi gördüm. “Iyi mi kısaca?” dediler. Görüntü yönetmenliği, renkler, oyuncuların seçimi, giysiler, senaryo, bu tarz şeyleri görünce “Iyi mi kısaca, bu Türk filmi mi?” dediler. Ben de “Evet, yalnız siz Türk sinemasında böyle bir durum görmeye alışık değilsiniz fakat bu bir Türk filmi” diyorum.
Bu tür filmler çekmeye devam edecek misiniz?
İstiyoruz, ben bundan sonraki hayatımın geri kalanında bu biçim şeyler üretip miras bırakmayı oldukca isterim. Bu sebeple hayatım süresince iş insanlığı yaptım ve iş insanlığı ne aslen biliyor musunuz? Cem Yılmaz’ın deyimiyle ‘çokomel para’… Kendimi o ‘çokomel para’ eğrisinden çıkarmak isterim. İsterseniz dünyanın en büyük şirketini kurun, hakkaten insanlığa katacak bir icat eden değilseniz aslen yaptığınız ayakkabı alıp satmak, daha fazlası değil. İsterseniz beş milyar dolarlık tecim hacmine ulaşın, ayakkabı alıp satıyorsunuz. Benim çocukluğumdan beri miras bırakmak hayalimdir. Mimar olup Barcelona’da gördüğümüz Gaudi’nin yapmış olduğu o binayı bırakabilmek, bu bence gerçek bir miras. Bir beyazperde filmi de gerçek bir miras, müzisyenseniz yaptığınız müzik gerçek bir miras. Hedefim bundan sonrasında hem beyazperde tarafında hem de belgeselcilik tarafında gerçek miraslar bırakmak. Bu tabi kendi tatminim için onu da söyleyeyim şu sebeple devamlı ilkin kendinizin o hazzı duyması lazım, kendiniz o hazzı almıyorsanız yaptığınız işten aslına bakarsanız iyi bir miras çıkartabilmeniz mümkün değil. Şöyleki düşünün; bir yiyecek yapıyorsunuz, zorla yapıyorsunuz, istemeden, vazife şeklinde yapıyorsunuz, o yemeğin leziz olması mümkün değil.
Başka söylemek istediğiniz neler vardır?
3 Haziran Cuma günü Türkiye genelinde ortalama 200 salonda gösterime giriyoruz. Türk sineması için birçok anlamda ilkleri barındıran bir film yaptık. Belli bariyerleri, belli ön yargıları kırmak için yola çıktık. Kendi yaptığımız işi ilkin kendimizin beğenmesi bence oldukca mühim fakat bugüne dek seyreden otoriteler de oldukca güzel şeyler söylediler. Umuyorum 3 Haziran’dan itibaren hepimiz bizlere bu yeni kategoriyle ilgili bir talih verir, gelip filmimizi izlerler.